Zamane Hastalığı

Salih Zengin'i yıllar önce Zaman gazetesinde  haftasonu yazdığı yazılardan hatırlıyorum.Esprili ve zekice yaklaşımla çok doğru tespitler yapar ve akıcı bir dille yazardı.Hem gülerdim hem de yeni bir şey öğrenirdim mutlaka yazılarından..Yanlış hatırlamıyorsam o dönemde gezdiği yerler hakkında yazardı..Şimdi ne yapıyor diye merak edip twitterda arayınca artık gurme yazıları yazdığını öğrendim..

Aşağıdaki yazısındaki tespitler de çok tanıdık..Ben de insanların gösteriş merakından,ne yaptığını gösterme merakından anı ıskaladığını düşünmüşümdür.Bu meraktan uzaklaşıp gerçekten kendimiz için yediğin yemeğin ,gittiğin mekanın,manzaranın keyfini çıkarmaya çalışsak daha doyurucu olur sanırım..
Gezilerde ben de kendim olmayan fotolar çekmeyi seviyorum,yıllar sonra o an ile ilgili hatırlamayı kolaylaştıracak güzel bir anı olduğu için,onun dışında facebookta,twitterda her gittiği noktanın konumunun belirtilmesinin,yediğinin içtiğinin fotoğrafının koyulmasını-özel bir amacı yoksa- itici buluyorum.



http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-34342-gezdim-cektim-gormedim.htmlGezdim çektim görmedim

17 Aralık 2012 / H. SALİH ZENGİN
Bir süredir, yediğimiz yemeğin tadına varmak, güzel manzara karşısında iç geçirmek, dostlarımızla oturup saatlerce sohbet etmek yerine her anın fotoğrafını çekmekle meşgulüz.


Sahip olduğumuz teknolojik aletlere bakarak hesap yaparsak, bundan otuz-kırk yıl önce hepimiz Amerikalı Amishler gibi bir hayat yaşıyorduk. Bir dönem eline telsizi alanın ‘Break... break... break...’ anonsuyla manasız sohbetler yaptığı günlerden teknolojik icada doymadığımız zamanlara ulaştık. Artık sahip olduğumuz cep telefonu, bilgisayar, tablet bilgisayar ve fotoğraf makinelerinin kablolarına dolanıyoruz. Hepimizin çekmecesi envai çeşit şarj aleti, adaptör ve bağlantı kablolarıyla dolu. Teknolojik aletleri henüz bu kadar kuşanmamışken ülkemize gelen Japonların ha bire fotoğraf çekmelerini önemser, teknolojide ilerlemiş bir ülke olmalarına gıpta ederdik.


Şimdi Japonlardan farkımız kalmadı, hatta onları solladık bile! Gerçi Japonların bu tuhaf tavırlarına da yorum yapıldı. Ben sadece ‘beğen’ butonuna tıklayayım. Meğerse her Japon’un yılda iki kez yurtdışına çıkması ve gittiği her ülkede fotoğraf çekmesi de zorunluymuş! Dünya üzerine yayılan Japonların çektiği milyonlarca fotoğraf, devletin sırf bunun için kurduğu bir birimde incelenip arşivleniyormuş. Milletin eksiğine, gediğine; ilgisine, merakına bakarak da teknoloji üretiyorlarmış. Teknoloji yayılınca Japonlar gözden düştü. “Önce baldın, pekmez oldun, şimdi para etmez oldun” durumu Japonlar için geçerli olsa gerek. Artık oturduğunuz yerden iki Facebook profili inceleseniz bir ülkeyi çözersiniz. Bunların başında da ülkemiz gençliği gelir ki girdiğiniz her sayfada kişinin yedi ceddini zaman tünelinde görebilirsiniz.

Sözü, ergenlerin kolunu ileriye doğru uzatıp alnına doğru flaş patlatarak ya da gotik kızların yukarı bakarak çektirdikleri fotoğraflar üzerinde dolaştırmayacağım. Lafım henüz tıp literatürüne girmemiş fotoğraf çekme hastalığımıza ilişkindir. Teknolojinin artık herkesin avucunun içine ve pantolonlarının arka cebine sığması sayesinde eline fotoğraf çeken her aleti alan kişi profesyonel fotoğrafçı kesildi başımıza. Artık gittiğiniz her yerde fotoğraf çekmeye çalışan, poz veren, çeşitli açılar yakalama uğraşısında olan kişilerle karşılaşıyoruz. İyi bir bilgisayar alsan iyi bir romancı olamayacağın gibi, öyle önüne geleni ekrana hapsetmekle de iyi bir fotoğrafçı olamazsın. Gerçi gözü ekranda yürüyen bu insanların profesyonel fotoğrafçı olmak gibi bir dertleri de yok.

Dedik ya, bu bir hastalık! Gördüğü bir ağacı incelemek, bir mimari yapının detayları ve güzelliği arasında kaybolmak, önündeki muhteşem deniz manzarasına karşı oturup iç geçirmek yerine hemen elindeki teknolojik alete sarılıp fotoğrafını çekmek, hem byte hem duygu israfı bana kalırsa. Hele bir soluklan yiğidim, nefes al, etrafı bir dinle! Yok... Çat çat çat basacaksın, her ıvır zıvırı görüntüye alacaksın ki Facebook’tan, Twitter’dan, blogundan, İnstagram’dan, Foursquare’den paylaşasın. Bir yeri görme isteğinden ziyade insanın kendisini gösterme isteği bu hastalığın açılımı. “Bak ben buradayım, bak sen evde kuru fasulyeye kaşık çalarken ben ne yedim, bak ne güzel efektler ekleyip fotoğrafı güzelleştirdim...” Herkese bak diye bağıran ama kendisi fotoğraf çekme derdinden dolayı önündeki manzaraya bile bakmayan bir teşhir merakı.


Sözgelimi Sultanahmet Meydanı’na gitseniz ve elindeki cep telefonu ya da şehadet parmağına duyarlı iPadi ile her açıdan fotoğraf çeken birkaç kişiye caminin kaç minareli olduğunu sorsanız inanın cevap veremez. Çünkü onun için önemli olan camiden ziyade çektiği fotoğraf... Her gün binlerce byte’a sığdırdığımız yüzlerce fotoğrafla eve dönüyoruz. Bilgisayar ve hard disklerimize kaydettiğimiz, cep telefonlarında bir süre tutup sildiğimiz o kadar çok fotoğraf var ki arşivlerimizde. Belki dönüp tekrar bakmıyoruz bile. Çekip çekip arşive atıyoruz. Eskiden herkesin evinde fotoğraf albümleri olurdu ve ara ara çıkarılıp bakılır, hatıralar canlandırılırdı. Şimdi bilgisayarlara kaydettiğimiz görüntüleri açmaya bile üşeniyoruz.

Yıllar önce bir Rus fotoğraf sanatçısının sözünü duymuş ve anlam verememiştim. Şöyle diyordu ismini hatırlamadığım sanatçı: “Biz unutmak istediğimiz şeylerin fotoğrafını çekeriz.” Yani... Buyrun size kapak fotoğrafı... Bir şeyin zihninizde kalmasını istiyorsanız ona gözlerinizle ve kalbinizle bakmalısınız. O an alacağınız haz ve duygu sizi hiç terk etmeyecektir. Ama objektif ve kameralarla kayıt altına aldığımız her şey unutulmaya mahkûm. Aklınızda çektiğiniz binlerce kareden hangileri kaldı bir düşünün bakalım, eminim ki çok azdır. Yani fotoğraf çekme konusunda çekilmez bir millet olduk çıktık!

Her şeyin fotoğrafını çekme telaşına kapılanların çektikleri ile ilgili duygu kaybını bir kenara bırakalım, manzaranın tadını çıkarmak isteyenler için de bu fotoğraf sevdalıları bir engel oluşturuyor. Sultanahmet Meydanı’ndaki banklara oturup Sultanahmet ve Ayasofya Camii’ni izlemek istiyorsunuz diyelim. Ne mümkün efendim! Etrafınızda cami ile poz veren ve camiyi farklı açılardan çekmek isteyenlerin oluşturduğu kalabalık yüzünden rahat etmeniz mümkün değil. Hatta daha ötesi var. Artık bir mabedi veya manzarayı insansız fotoğraflama imkânı da yavaş yavaş kayboluyor. Yaptığınız profesyonel çekimin içerisine mutlaka birinin kafası, eli, cep telefonu dâhil oluyor. Manzarayı fotoğraf çekmek isteyenler bozuyor.


Bitti mi, bitmedi... Diyelim ünlü bir simanın cenaze törenindesiniz. İnsanlar artık bir Fatiha okumak yerine cenazenin tabutla arabaya konmasını, mezara konmasını anbean görüntüleme telaşına düşüyor. Mevtanın üstüne toprak atılma anı kameralara ve fotoğraflara kaydedilip duruyor. Bütün bu görüntülerin ne işlerine yarayacağını cidden merak ediyorum. Bunun altında olsa olsa, ‘Ben de oradaydım, aha da ispatı’ düşüncesi yatıyor olsa gerek.

Bu garip durumu hayatın her anında görmek mümkün. Bir lokantada masaya oturduktan sonra mönüden önce “Buranın wi-fi kodu nedir?” diye sormak esastır. Bulunduğunuz yerle ilgili konum tarifi yapamıyorsanız o yemeğin tadı çıkmaz. Sonra ilk iş olarak Faceebok, Twitter, İnstagram ve Foursquare’u açmak gerekir ki iş yemek siparişine gelebilsin. Gelen yemeğin tadı-tuzundan daha önemli olan şey, takipçilere yediğinizin fotoğrafını çekip paylaşmaktır. Yoksa boğazından geçmez o yemek. İş bununla kalsa iyi! Yemek boyunca, size yazılan yorumlara cevap yetiştirmekle vakit geçiriyorsunuz. Ne yemeğin tadı ne muhabbetin zevki kalıyor. Bütün bu çekilen fotoğraflardan “Şu an aklın nerede?” diye bir fotoğraf yarışması yapılsa yeridir yani.

At sırtında doğan Türk’ün evrildiği teknolojik manyaklık öyle bir hâle geldi ki artık bir yere eğlenmek, dinlenmek ve vakit geçirmek için değil, orada çektiğimiz fotoğrafları Facebook’ta, Twitter’da, İnstagram’da paylaşmak için gidiyoruz. Sanki oradan bir paylaşımda bulunmasak, binlerce kare fotoğrafla oradan ayrılmasak bir yerimiz eksik kalacak. Hatta oraya sanki hiç gitmemişiz gibi bir duygu esir alacak bizi. Yani bir yeri çektiysen orayı fethetmiş oluyorsun. Yoksa esamen okunmuyor.

Lafı film şeridi gibi uzatmanın anlamı yok. Bir zamanlar oynadığımız “Kim, kiminle, nerede, ne yapıyor?” oyununun teknolojik versiyonudur bu durum. Korkarım ki artık günümüz insanı ölürken, hayatı film şeridi gibi gözünün önünden geçmeyecek, çektiği binlerce kare olacak gözünün önünde. Ve kendi cenazesi de başkalarının cep telefonlarına kaydedilerek ayrılacak bu dünyadan. Kriminolojik literatürde buna “röntgencilik ya da teşhircilik” derler ama bunu yorumlamayı da sosyologlara ve psikiyatrlara bırakalım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.